Tarihi

Şeyh Murad Buhari

1050 (1640) yılında Semerkant’ta dünyaya geldi. Bazı kaynaklarda doğum tarihi 1055 (1645) olarak verilmekteyse de torununun oğlu Muhammed Halîl el-Murâdî’nin kaydettiği ilk tarih daha
doğru olmalıdır. Semerkant nakîbüleşrafı Seyyid Ali’nin oğludur. Üç yaşında geçirdiği felç yüzünden kötürüm olan Murad Buhârî tahsilini bölgedeki âlimlerden ders alarak tamamladı. Yirmi üç yaşında iken ilim öğrenmek için Hindistan’a gitti. Burada İmâm-ı Rabbânî’nin oğlu ve halifesi Hâce Muhammed Ma‘sûm ile tanıştı ve ona intisap etti.

İlmî konularda kendini yetiştirip seyrüsülûkünü tamamladıktan sonra hac vazifesi için yola çıktı, ve haccın ardından üç yıl Hicaz bölgesinde kaldı. Memleketine dönerken Bağdat’a uğradı, oradan İsfahan’a geçti. Bu seyahati sırasında tanıştığı âlim ve şeyhlerle dostluk kurdu. İsfahan’dan Bağdat’a döndü. Memleketine dönmekten vazgeçip ikinci haccını ifa ettikten sonra Kahire’ye gitti. 1080 (1669) yıllarında Şam’a geldi ve burada evlendi. Aldığı bir davet üzerine 1092’de (1681) İstanbul’a giden Murad Buhârî, ulemâ ve devlet ricâli tarafından sıcak bir ilgiyle karşılandı. Beş yıl kadar Eyüpsultan’da Nişancı Mustafa Paşa Caddesi kendisine tahsis edilen konakta oturdu. Anadolu Kazaskeri Çankırılı Mustafa Râsih Efendi’nin XVII. yüzyılın son çeyreğinde medrese olarak yaptırdığı binayı Râsih Efendi’nin oğlu Şeyhülislâm Damadzâde Ahmed Efendi onun için tekke şeklinde düzenledi. Burada kısa bir süre kalan Murad Buhârî, tekkenin şeyhliğini halifesi Kilisli Ali Efendi’ye bırakarak 1097 (1686) yılında Şam’a döndü. Kendisi için inşa edilen Berrâniyye Tekkesi’nde uzun yıllar irşad faaliyetinde bulunduktan sonra üçüncü defa Hicaz bölgesine gitti. Bir yıl kadar orada kalıp tekrar Şam’a dönünce tekkenin postnişinliğini oğlu Muhammed Bahâeddin’e bırakarak 1120’de (1708) İstanbul’a gitti. Bu gidişinde Eyüpsultan Nişancı’daki tekkeye gitmeyip Sultan Selim Cami civarındaki bir evde ikamet etti. Onun halk ve bazı saray mensupları üzerindeki nüfuzundan rahatsız olan Sadrazam Çorlulu Ali Paşa, Kaptanıderyâ İbrâhim Paşa’ya şeyhin hacca gitmek istediğini ve bunun için hazırlık yapmasını emretti. Bir gemiye bindirilip uğurlanan Şeyh Alanya’da sahile çıkarıldığında sürgün edildiğini anladı. Daha sonra Konya ve Kütahya üzerinden Bursa’ya gitti. Halifesi Hüseyin Lâdikî tarafından yazılıp Şeyhülislâm Mehmed Mekkî Efendi tarafından derlenen Menâkıb’ından 1126’da (1714) Bursa’da bulunduğu anlaşılmaktadır. Bu durumda onun İstanbul’da beş yıl kadar kaldığı söylenebilir. 1130’da (1718) Bursa’dan tekrar İstanbul’a giden Murad Buhârî, bir süre Eyüpsultan’te Hüseyin Efendizâde bahçesinde ve Reîsületıbbâ (Hekim başı) Nuh Efendi’nin yalısında ikamet etti, ardından Eyüpsultan Nişancı’sındaki tekkeye yerleşti. 12 Rebîülâhir 1132 (22 Şubat 1720) tarihinde burada vefat etti. Eyüp Cami’nde kılınan cenaze namazının ardından tekkesinin dershanesine defnedildi. Bazı çağdaş araştırmalarda ölüm tarihinin 1141 (1729) ve 1192 (1778) olarak verilmesi doğru değildir.

Abdülbaki Gölpınarlı La‘lîzâde Abdülbâki Efendi’nin bir ifadesine dayanarak onun Hamzavî kutbu Şeyhülislâm Paşmakçızâde Seyyid Ali Efendi’ye intisap ettiğini söyler. Şeyhî ise şeyhülislâmın Murad Buhârî’nin müridi olduğunu kaydeder. Hamzavîler’in önemli isimlerinden La‘lîzâde Abdülbâki Efendi’nin kendisine intisabı onun Hamzavîler tarafından da benimsendiğini ortaya koymaktadır. Harîrîzâde, Murad Buhârî’ye nisbetle Murâdiyye olarak anılan Nakşibendiyye’nin bir kolu bulunduğunu kaydetmekteyse de böyle bir tarikat fiilen oluşmamıştır.

Nakşibendiyye-Müceddidiyye’yi Anadolu’ya getiren ilk sûfî diye bilinen Murad Buhârî halkın yanı sıra şeyhülislâm, vezir ve paşalardan şeyhler ve medrese âlimlerine kadar toplumun hemen her kesiminden insanlar üzerinde etkili olmuştur. Şeyhülislâm Seyyid Feyzullah Efendi, La‘lîzâde Abdülbâki, Şeyh Mehmed Emin Tokadî, Şeyhülislâm Veliyyüddin Efendi, Ebû Saîd el-Hâdimî ona intisap eden önemli şahsiyetler arasında zikredilebilir. Bazı kaynaklarda oğlu Muhammed Bahâeddin Murâdî’ye dair bilgiler onun hakkındaki bilgilerle karıştırılmıştır. Murâdî nisbesiyle anılan aile mensupları arasından birçok âlim ve sûfî yetişmiş, bunlardan bazıları Şam’da Hanefî mü&üsü olarak görev yapmıştır.

Eserleri;

Câmi’u müfredâti’l-Kur’ân
Arapça, Farsça ve Türkçe kaleme alınan eser, müellifin hayatından bahseden bir kısım kaynakta belirtildiği gibi tefsir değil bir ulûmü’lKur’ân çalışmasıdır. Orijinal bir tertibi olan eserin ilk kısmında, mushaf sırasına göre sûreleri de belirtilmek suretiyle önce bütün âyetlerin son kelimeleri, ardından âyetlerin ilk kelimeleri verilmiş, sonraki bölümlerde ise eli&en başlayarak sırasıyla Arap alfabesinin yirmi dokuz harfinin kelime başında kullanımını esas alan alfabetik bir sistemle tasnif edilmiştir. Meselâ elif harfinde “Kitâbü’lElif mine’t-tertîb” başlığıyla eli’e başlayan kelimeler belirlenmiş ve bunların içinde yer aldıkları âyetler sûre sırasına göre verilmiştir. Daha sonra söz konusu sıralamaya göre tesbit edilen bu kelimeler “Kitâbü’l-Elif mine’l-Arabî” başlığı altında Arapça olarak açıklanmıştır. Ardından “Kitâbü’lElif mine’l-Fârisî” başlığıyla aynı kelimeler Farsça ve “Kitâbü’l-Elif mine’t-Türkî” başlığıyla Türkçe izah edilmiştir. Kelimelerin açıklanmasında genellikle Râgıb el-İsfahânî’nin ifadelerine yer verilmekle beraber İsmâil b. Hammâd el-Cevherî ve Ali b. Hamza el-Kisâî gibi Arap dilcilerinin görüşlerine de atı&a bulunulmuştur. Eser, üç dilde yazılması ve kendine has tertibiyle türünde ilk sayılabilecek bir çalışmadır.

Silsiletü’z-zeheb
Nakşibendiyye silsilesini ve müellifin tarikatın âdâbı hakkındaki görüşlerini ihtiva eden Arapça bir risâledir. La‘lîzâde Abdülbâki tarafından Türkçe, müellifin oğlu Muhammed Bahâeddin’in
müridi Ahmed Trabzonî tarafından Tuhfetü’l – ahbâb fi’s – sülûki’t – tarîkati’n – Nakşibendiyye adıyla Arapça olarak şerhedilmiştir. Risâlenin, Mehmed Rüstem Râşid’in yaptığı Dürrü’l-müntehab min bahri’l-edeb fî tercemeti Silsileti’zzeheb adlı Türkçe bir tercümesi daha vardır. Bu tercümenin kenarında açıklanmaya gerek duyulan meseleler hakkında mütercim tarafından eklenmiş notlar ve sonunda da bir zeyil bulunmaktadır.

Mektûbât
Murad Buhârî’nin müridlerine, halifelerine, çocuklarına, bazı devlet erkânına ve diğer kişilere yazdığı mektuplardan derlenmiştir (Beyazıt Devlet Ktp., Veliyyüddin Efendi, nr. 2456).

Risâle-i Nakşibendiyye.
Müridlerinden Karababazâde İbrâhim’in şeyhin sohbetlerinde tuttuğu notları ihtiva eder (Beyazıt Devlet Ktp., Veliyyüddin Efendi, nr. 2886).

Mesmûât Sohbetlerinin müridleri tarafından derlenmesiyle oluşan bir eserdir (Beyazıt Devlet Ktp., Veliyyüddin Efendi, nr. 1780).

Lübsü’l-hırkati’l-Kâdiriyye
Bu Arapça risale, Muhammed Murad-ı Buhârî’nin, Kadiriyye tarikati icazeti olup eserde şeyh efendinin Hz. Ali’ye kadar uzanan silsilesi yer almaktadır.

Mesmû‘ât mine’s-Seyyid Muhammed Murad-ı Buhârî

Şeyh Murad-ı Buhârî’nin sohbetlerinden derlenen bu yazma eser, Türkçe olup tasavvufa ilgilidir.

Menâkıb ve Takrirât-ı Muhammed
Murad-ı Buhârî Bu eser Türkçe olup Şeyh Murad Efendi’nin Bursa’daki sohbetlerinde tutulan notların bir araya getirilmesiyle teşekkül etmiştir. Hüseyin Lâdikī tarafından kaleme alınan notlar, Mehmed Mekkî Efendi tarafından temize çektirilerek istinsah edilmiştir.

Risâle-i Nakşibendiyye
Türkçe olan bu eser, Şeyh Muhammed Murad-ı Buhârî’nin Bursa’daki sohbetlerini Karababa-zâde İbrahim Bursevî’ye not ettirmesi ile ortaya çıkmış olup kütüphane kayıtlarının çoğunda
yanlışlıkla Karababa-zâde İbrahim Efendi’ye atfedilmiştir.Kütüphanesi 7 Muharrem 1215 tarihli arşiv vesikasında, Eyüpsultan’da bulunan Şeyh Murad Efendi Tekkesi’ndeki vakıf kitapları için hafız-ı kütüp (kütüphaneci) tayin edildiğini öğrenmekteyiz.

Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi Müdürü Emir Eş Beyefendi’den aldığımız bilgilere göre; Şeyh Murad-ı Buhârî Tekkesi’ne ait 348 cilt eser, 26.02.1969 tarihli koleksiyon mazbatasıyla
Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi’ne teslim edilmiştir. Nakledilen bu eserlerin sayısı, ciltlerin içlerindeki risaleler dikkate alınırsa 590 adettir.


348 cilt eserin 15 tanesi mükerrer olup 312 tanesi yazma, 36 tanesi matbu eserdir. Yazmaların 251 tanesi Arapça, 39 tanesi Farsça, 10 tanesi Türkçe, 12 tanesi ise Arapça, Farsça ve Türkçe’nin beraber kullanıldığı eserlerdir. Matbu eserlerin 24 tanesi Arapça, 1 tanesi Farsça, 10 tanesi Türkçe, 1 tanesi ise Arapça ve Türkçe eserdir.

Şeyh Murad-ı Buhârî Tekkesi Kütüphanesi’ne ait olan bu eserlerin konuları çok çeşitli olup yazım veya basım tarihleri H.652-1278/ M.1254- 1862 yılları arasındadır. Haziresi Mezar taşları, XIV. yüzyıldan itibaren Türkçe yazılmaya başlanmıştır. Ayrıca mezar taşlarında ki bilgiler ışığında tarihî şahsiyetlerin doğum, görev ve ölümleri hakkında en sağlam bilgilere ulaşmak mümkündür. Tekkenin mevcut olan haziresi üç kısım halinde olup birisi avlu kapısı ile türbe arasında, diğer ikisi ise mescidin giriş kapısının sağ ve solundadır. Hazirede 83 mezar taşı bulunmaktadır. Çoğu sağlam olan bu taşların 77’sinde şahısların isimleri, vazifeleri ve vefat tarihleri tespit edilmiştir. Geriye kalan altı mezar taşından beş tanesi kırık olduğundan bunların ikisinde sadece isimler tespit edilirken diğer üçünde ise ancak yakınlarının isimleri tespit edilebilmiştir. Ayrıca, Şeyh Mustafa’ya ait olan taş, tamam olduğu halde üzerinde tarih bulunmamaktadır. Bunlardan hariç olarak isim ve tarih tespiti yapılamayacak derecede kırık olan parça taşlar da vardır. Ayrıca, bu görevlilerin aldıkları ücretlerin karşılandığı vakı#ar için efendiler hazirede medfundur. Hazirede, tekkenin son şeyhleri olan Süleyman-ı Belhî (v. 1294/1877) ve oğlu Abdülkadir-i Belhî’ye (v. 1341/1923) ait demir parmaklıkla çevrili bir kısım da bulunmaktadır.

Burada medfun bulunan zatlar, Nakşibendî-Müceddidî olmakla beraber aynı zamanda Melamî olduklarından mezar taşları yoktur. 1855 yılında Belh’ten Anadolu’ya gelen Şeyh Süleyman-ı Belhî, Konya ve Bursa’da kaldıktan sonra Sultan Abdülaziz’in daveti üzerine İstanbul’a gelmiştir 1867 yılında Şeyh Murad-ı Buhârî Tekkesi şeyhliğine tayin olunan Süleyman Belhî, on yıl bu vazifede kalmıştır. Babasından sonra kırk altı yıl şeyhlik makamında kalan Abdülkādir-i Belhî tekkenin son şeyhi olmuştur. Haziredeki mezar taşlarının tarihleri, 1652 yılından başlayıp 1904 yılında bittiğinden bu taşlar bize üç asırlık dönemin dil ve sanat özelliklerini yansıtmaktadır. Mezar taşlarının bir kısmında şahsın ölüm tarihinin tespitinde ebced hesabı da kullanılmıştır. Bazı mezar taşlarında Arapça dil kurallarına uymayan yazılışlarla karşılaşılmıştır.

KAYNAK:
• Şeyh Muhammed Murad-ı Buhârî Tekkesi Haziresi Üzerine Bir Değerlendirme. Ahmet Semih Torun

Click to rate this post!
[Total: 1 Average: 5]

Admin

Gördüklerimizi gezilerimizi paylaşalım. Siz de gelin aramıza... Haydi üye olun ve paylaşın gittiğiniz yerleri...

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu